kukla yapımı

Fransa'da en ziyade rağbet edilen oyunlar Fransız şövalyelerinin kılıç kalkanla döğüşmelerini gösteren oyunlardı. Bunlara sade çocuklar ve halk değil, hatta münevver (aydın) tabaka da çok alaka gösterirdi. Meşhur hikayeci Charles Perrault bile yazılarında bu çocuk işi gibi görünen büyük bir haz duyduğunu ve bunların terbiye üzerine olan mühim tesirini zikretmiştir.

Fransa'da el kuklalarına marionette denilmesi orada her küçük kıza Küçük Mari manasına bu ismin kullanılmasındandır. Çünkü o zamanları küçük kızlar bebeklerine hep bu ismi koyarlardı. Fransızlar kuklanın baş rolünü oynayan Polliçinello'nun ismini Polichinelle yaptılar ve onun göğsüne ve sırtına birer kambur ilave ederek daha tuhaflaştırdılar. XVII. Asır ortalarında Fransa kralı VII. Charles'ın İtalya seferinden sonra Fransa'da inkişaf eden kukla tiyatrosu pek moda olmuştu. saraylar ve şatolarda kukla oynatılırdı. Bu sebeple birçok İtalyan kuklacıları Fransa'ya göç etmeye başladılar.

1640 da Pierre Brioche ismindeki bir sokak dişçisi Paris'te Pont Neuf (Yeni köprü) üstünde bir seki kurarak üstüne bir kukla ustası yerleştirmek suretiyle halkı çekmek çaresini bulmuştu. Kukla oynarken dişçi de halk arasından isteyenlerin dişini çeker ve bu suretle acısını duyurmazdı. Pierre Brioche kukla ustalığının dişçilikten fazla kazanç temin ettiğini görünce mesleğini bırakarak kukla ustalığına başladı ve kral XIV. Louis'nin sarayına çağırılarak orada prensleri eğlendirir bu suretle günde yirmi altın kadar kazanırdı.

Sonraları İsviçre'ye giderek kukla oynatmaya başladı. Fakat orada sihirbazlıkla itham olundu ve bebeklerini nasıl oynattığını göstererek ölüm cezasından güç bela kurtuldu. Onun oğlu François de babasından daha meşhur bir kuklacı oldu.

Kral XIV. Louis, Briocha'a yirmi sene Paris'in her tarafında kukla oynatma imtiyazı vermişti. Bu tiyatroya ilk oynadığı muzıkalı bir piyesin ismi olan Pygmees ismi verilmişti. Pygmees denilen bu tiyatro o zamanın müzik akademisi olan opera kadar büyük muvaffakiyet (başarı) kazanmış ve âdeta ona bir rakip olmuştu. Operanın müraacatı üzerine Kral, kuklacı Grille'in kuklalarını yasak ettirdi. O da o vakit bir çocuk tiyatrosu yaptı fakat çok muvaffakiyet elde edemedi. Biraz sonra yine kuklalarına başladı fakat operanın müdahale ile yine menolundu (yasaklandı). Opera ile kukla arasındaki bu mücadele bir müddet devam etti. Sonra yalnız bir veya iki kuklanın karşı karşıya konuşmasına ve söyleyenin ağzına behemahal bir düdük alarak sahne artistlerine benzememesi şartiyle oynamasına müsaade edildi.

Komedi Fransız ve opera aritstleri kendilerini taklid eden bu küçük artistleri çekemiyor ve onları büsbütün ortadan kaldırmak istiyorlardı. Mütemadiyen krala müraccat ederek kukla tiyatrolarının yasak edilmesini rica ediyorlardı. Kuklalar bir gün menediliyor öbür gün yine başlıyor ve operayı talid ederek şarkılarına devam ediyorlardı. Hakiki artistleri taklid eden bu oyunlar halkı çok güldürüyordu. Poliçinello sahneye çıkınca tıpkı büyük artistler gibi halkı selamlıyor ve söyleyeceklerini söylüyordu. Halkın bunlara çok sempatisi vardı, kuklacılar da buna dayanarak hayatlarını kazanmak yolunda her gün mücadele ediyorlardı. Gün geldi ki bu âdeta bir hükümet meselesi oldu. Halk derin ve sıkıcı edebiyatla meşgul olacak yerde bu kolay anlaşılır şeyleri dinlemek ve eğlenmeyi tercih ediyordu. Bu yüzden tiyatro müşterileri azalıyordu.

17. Asırda Paris'in panayırlarında kukla tiyatroları âdet olmuştu. Bu 1660 dan 1670 e kadar devam etti. Bu esnada kuklaya olan rağbet diğer tiyatrolara zarar vermesi düşünülerek tiyatroların başladığı saatlerde kukla oynatılması yasak edildi. 18. asırda kukla oyunları daha çoğaldı. Artık her türlü piyesler oynanıyordu. Bahusus zamanın aktörleri ve piyesleri tehzil (alay) edilerek karikatürleştirilmek suretiyle temsil olunuyordu.

1741 de en mâruf (tanınmış) kukla tiyatrosu direktörü Bienfait isminde bir adamdı. 1749 da kralın huzurunda kukla oynatmaya muvaffak olan bu zat çok şöhret kazanmıştı. Fakat bu tarihten sonra inhitata (düşmeye) yüz tuttu. Artık tiyatro sanatından ve edebiyattan uzaklaştı ve mihaniki hareketlerde ilerlemeye başladı. Bienfait ile başlayan bu yeni tarz kukla sahnelerinde fırtınalar, batan gemiler vesaire gibi şeyler gösterilmeye başlandı. Fakat panayır halkı bu tarz a o kadar rağbet göstermiyordu. 1768 de Nicollet ismindeki bir kuklacı Paris'te yeni açılan Temple bulvarı üzerinde bir baraka kiralayarak kukla oynatıyordu. Kazandığı para ile bir kâgir tiyatro inşaasına muvaffak oldu. Bu tiyatroda cambazlar, kuklalar, marifetli hayvanlar gösteriliyordu. Bilâhare Palais-Royal'deki tiyatroda kukla oyunları gösterilmeye başlandı. 1784 de bizim karagöz'e benzeyen Çin gölgeleri yani Çin hayal oyunları moda olmuştu. Büyük ihtilal esnasında bu tiyatro devam devam etti ve buna kukla da ilave edildi. Bunu yapan Seraphin ismindeki sanatkar aynı zamanda bu oyunları siyasete bir propoganda olarak da kullanıyordu. Bundan sonra ihtilal esnasında kukla da ortadan kalktı.

O zamanları Poliçinello nereye saklandı, fakat 1820 de tekrar meydana çıktı. Sahneyi terk eden bu kukla eski zamanlarda olduğu gibi açıkta bir iskemle üzerinde iple hareket ettirilir şekilde ortaya çıktı, yaya kaldırımları üzerinde oynamaya başladı. Elinde bir çalgı veya ağzında bir düdük çalarak dizine bağlı bir iple bunları oynatan ve bu emeklerine mukabil halktan para toplayanlar görüldü. Bazı İtalyanlar ve Çingeneler de sokaklarda ve köşe başlarında kurdukları bezden bir küçük perde arkasına diz çökerek bu kuklaları oynatmak suretiyle beş on kuruş kazanmağa çalıştılar. Artık kukla fakirleşmiş ve bir dilenci mahiyetini almıştı. Fakat 19. asırda yine gençliğin merakını ve rağbetini çekerek küçük tiyatrolarda ve Paris'in Tuileries gibi güzel bahçelerinde çocuklara temsiller vermeğe başlamıştı. Ağaçların gölgelerinde kurulan kukla tiyatroları etrafına toplanan çocuklar ve büyükler kuşların cıvıltıları arasında bu güzel oyunları seyreder ve vakit geçirirlerdi. Bu kuklacılar arasında Anatol isminde büyük bir artist vardı. Üçüncü Napoleon zamanında saraya kabul edilmiş ve oyunlar vermişti. Bu zât 1897 de ölmüştür.

Lyon şehrindeki kuklalar da meşhurdur. 1803 de Lyon'da Laurent Mourguet isminde bir kuklacı da epey tanınmıştır.

İpli kuklayı tekâmül ettirerek (geliştirerek) âdeta canlı bir hâle koyan İngiliz Thomas Holden'dir. Bu zat 1875 de Paris'e gelerek temsiller vermiştir. Thomas holden 1888 de İstanbul'a da gelmiş ve oyunlar vermişti. Bu zat kuklacıdan ziyade bir hokkabazdı. Bunun kukla oyunları tiyatro ve sözden ziyade bebek hareketleri ve mekanizması noktasından harikulade şeylerdi. Bunları eğer on beşinci asırda göstermiş olsaydı mutlaka sihirbazlıkla ittiham olunarak yakılırdı. Ondan sonra Charles ve Alfred kardeşler zuhur etti ve Holden kadar hünerli kuklalar gösterdiler. Bunlar Paris'te Robert Houdin ismindeki hokkabazın ismini taşıyan tiyatroda oynatılıyordu. Hanvelt ismini alan kuklacı Charles minimini bir orkestra heyetini makinalarla tahrik ederek çalgı çaldırıyor ve sahnede şarkı söyleyen bebeklere refakat ettiriyordu. Önlerindeki kukladan orkestra şefi de bu esnada değneğini sallayarak tempo tutuyordu. Hatta küçük sahnenin iki tarafında küçük localar yapılmış ve bunlarda oturan kuklalar ellerinde dürbünlerle sahneye bakıp seyretmek hareketini yapıyorlardı.

1880 de de Henri Signoret ismindeki bir zat bir kukla tiyatrosu yaptı. Bu tiyatro fevkalade idi. Bunda bütün Yunan klasikleri ve Shakespeare'in eserleri oynandı. Bunun bebekleri iple oynatılmayıp aşağıdan makine ile oynatılıyordu. Her bebek bir mile takılı olup altındaki bir kutuya raptedilmiş mandallarla âzaları hareket ettriliyor ve dışarıdan ayaklarına kadar görülüyordu. Bu kuklaları seyreden muharrir Anatole France yazılarında onları seyretmekten duyduğu haz ve zevki uzun uzadıya anlatmaktadır."Aktörler beni şahıslarıyla meşgul ettikleri için piyese vereceğim dikkati daima azaltmaktadırlar. halbuki kuklaları seyrederken yalnız piyesle meşgul oluyorum"

Kuklanın Fransa'daki bu tarihi İspanya , Almanya ve İngiltere gibi memleketlerde de geçirdiği safhalar hakkında bir fikir vermektedir.

Çin'de ve Japonya'da da hayli zamandan beri kukla mevcut olduğu kitaplar ve resimlerden anlaşılmaktadır.

İspanya'da kuklaya Karakuri Ningyo derler ki oynayan bebek manasındadır. Bunun bizim Karagöz tâbirine benzemesi tetkike şâyandır. Bazı kitaplardan anlaşıldığına göre Japonlarda ipli kuklanın zuhuru 1700 den sonradır. Japonya'da ipli kuklaları Yuki Magosaburo'da bir adam icad etmiş ve bütün hareketleri iplerle idare etmek suretiyle oynanan bu kukla tiyatrosunu vücuda getirmiştir. Şimdi yalnız Bunrakuza denilen tarzı kalmıştır. Bu tarz 1799-1800 seneleri arasında taammüm eden bir usuldur. Bunlar klasik Japon tiyatrosunun bütün oyunlarını oynarlardı. Bu kuklaları oynatanlar kukla sahnesinde gizli olmayıp siyah siyah elbiselerle dururlar ve kendilerini bu suretle görünmekten biraz saklarlar. İçeriden de koro heyeti şarkı söyler ve muzıka ile kuklalar raksettirilir. Bunlar Polliçinello veya Ginyol tarzındaki kukla tiyatrolarıdır.

İran'da da bu el kuklaları oynatılmaktadır. İran'da bu kukla tiyatrolarındaki baş rolü oynayana Keçel Pehlivan derler, bunun bir ismi de bînam dır ki adsız anlamına gelir.

Türkler dînen pek iyi görülmeyen mücessem suretler yerine perde üzerinde hayal göstermeği ve deriden kesilmiş resimlerle oyunlar temsil etmeyi tercih eylediğinden Türkiye'de hayli zaman kukla taammüm edememiştir.

Türkiye'de kukla oynatılması XVIII. asırdan sonra olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar el kuklalarıdır. İtalya'dan gelen bu tarz kukla oyunları sokaklarda oynatılırdı. Arkasında katlanmış bir bezli paravana ve boynunda kayışlarla asılı bir küçük sandık olduğu halde mahalleleri dolaşan kuklacılar ağızlarında sakladıkları bir dilli düdükle çatlak bir ses çıkararak sokaktan geçerler ve evlerden çağırılınca bir iki dakika içinde bu paravanayı kurar ve ağzındaki düdükle şarkılarına devam ederek sandıktan kuklaları çıkarıp paravananın üst kenarından göstererek maskaralıklara başlardı.

Büyük burunlu, koca başlı, iri gözlü olan ve İtalyanların Polliçinellosunu taklid eden bu kuklaya Karagöz veya İbiş derlerdi. Bunun bir adı da Baba Nuh veya Baba Ruhi'dir ki sonradan Beberuhi denmiştir. Bu ibiş Fransızların polişineline muadildir, fakat onun gibi arkasaında veya önünde kamburu yoktur; yalnız burnu büyüktür ve başında uzun püsküllü bir uzun fesi vardır ki hareket ettikçe bu uzun püskül fırıl fırıl döner. O da garp polişineli gibi eline aldığı uzunca bir sopa ile herkesi döğer. Mesela karşısına çıkan zorba bir Arnavut ile aralarında şöyle bir sahne geçer.

Arnavut "Tuna da çırpar bezini, Ha mori mori" diye bağırdıkça ibiş korkusundan titrer "bırrrrrr" diye bağırır ve arnavutu taklit eder. Arnavut derdini dökerek ibişin efendisinin kızını sevdiğini ve onu almağa geldiğini anlatır. İbiş olmaz falan derse de anlatamaz, dur gideyim getireyim der ve içeri gider. Sonra yavaşça sopasıyla gelerek al sana kız diye yapıştırır ve Arnavut'u öldürür. Yanına yaklaşarak ölüp ölmediğini sorar, cevabı alamayınca öldüğünü anlayarak korkup kaçar. Arnavut perdenin kenarına asılı kalır. O esnada papazlar gelir, başlarını birbirlerine vurarak dualar ederler ve ölüyü kaldırırlar. Sonra İbişi yakalamak için zaptiye gelir, ibiş onları da bir güzel pataklar, o esnada adaleti temsil eden canavar gelip ibişi burnundan yakalar ve bağırta bağırta götürür. Bu canavar kıllı ve boynuzlu yuvarlak bir mahluktur. Rumlar bu ibişe fasuli derler. O vakit kuklacıların ekserisi Rum olduğu için bazı Rum mahallelerinde Rumca olarak oynatılırdı.

Düğünlerde hokkabazlık hünerleri gösteren yahudi hokkabazlar da sabaha karşı ateşbazî oyunları yapmadan evvel kukla oynatırlardı. Bu kuklalar Karagöz oyunlarının bir taklidinden başka bir şey değildi.

Sonraları ipli kukla oynatılmaya başlandı. Hokkabazlar hemen renkli bezlerle bir sahne kurup içine gererek arkasına geçer ve ipe bağlı kuklaları odanın zemini üzerinde hareket ettirmek suretiyle oyunlar gösterirlerdi. Fakat bu kuklalar tabii olmayıp yalnız sözlerinin tuhaflığıyla alaka uyandıran kaba ve nisbetsiz bebeklerden ibaretti. El kuklalarında olduğu gibi bunlarda da Karagöz ve ibiş orta oyunundaki Kavuklu rolünü yapar muhtelif ırktan insanlarla görüşür, onlarla alay eder ve elindeki sopasıyla rast geleni döverek halkı güldürürdü.

Oyunlar umumiyetle ibişin dayak atarak öldürdüğü bir şahsiyetin iki papaz tarafından dua okunarak kaldırılması ve bu esnada alelacaip bir umacının gelip ibişi yakalaması ve bağırta bağırta götürmesiyle biterdi.

Yahudi hokkabazların oynattıkları ipli kuklalarda da eşek, deve gibi şekiller ve rakkaseler gösterilir ve içeriden def çalınarak şarkı söylenir ve zillerle bu çengiler oynatılırdı.

Bunlardan başka Kağıthane Göksuyu gibi mesire yerlerinde de çingenelerin oynattıkları kuklalar vardı. Bunlar dört köşe bir tahta iskemle üstüne dizilmiş iki veya dört bebeğin dönerek ve zıplayarak oynamasından ibaretti. Bu kuklacıya ekseriye bir kemancı refakat ederve o keman çalarken kuklacı da parmaklarına taktığı ipleri çekmek suretiyle birer amud mil üstüne geçirilmiş olan bebekleri çevirerek ve şarkı söyleyerek zıplatırdı.

Kuklacı parmaklarına bağladığı ipleri çektikçe bunlar çubuklarla beraber hem döner hem de zıplarlardı. Kuklacı aynı zamanda elinde bir def çalar ve şarkı söylerken yanında da keman veya kemençe ile bir diğeri çalgı çalardı. Bu kuklalar yarım asırdan beri rağbeti kaybederek ortadan kalkmış ve yerini sokak kuklacılarına bırakmıştı.

Türkiye'de kukla yarım asırdan evveline kadar bu nevilerden ibaretti. O esnalarda İngiliz kuklacılarından yukarıda zikrettiğimiz Thomas Holden isminde biri İstanbul'a gelmiş ve meşhur olan kuklalarını ilk defa Beyoğlunda Tokatlıyan Oteli yerinde olup yanmış olan Fransız tiyatrosunda temsiller vermişti.

Büyük tiyatro sahnesi içine kurulan daha küçük sahnede oynatılan ve elli altmış santimetre kadar boyunda olan bu kuklalar tabii insan gibi hareket ediyor, yürüyor, koşuyor, muzıka çalıyor, cambazlıklar yapıyor ve pandomimler oynuyordu. fakat bunlarda söz hemen yok gibi idi. Bütün ehemmiyet kuklaların hareketlerine verilmişti.

O vakit daha elektrik ziyası bulunmadığından sahnenin ışıkları hava gazıyla temin ediliyor ve karşıdan ziya vermek için oksijenle yakılan kömürlü reflektörler kullanılıyordu.Böyle bir şeyi görmemiş olan İstanbul halkı bu kukla sahnesine hayran oldu. Temsilin sonunda gösterilen bir cennet manzarası büyükleri bile o derece hayret ve heyecan içinde bırakıyordu ki bu sahneyi tekrar tekrar görmek için gelenler pek çoktu. Bu sahne şöyle geçiyordu;

Güzel musiki ile ön perde açılmasıyla hemen arkasında bir tül perde görünür ve bunun arkasından üstüne pullar ve renkli parlak madeni kağıtlarla yapılmış garip garip çiçekler ve tezyinatlı yirmi otuz kadartül perde kat kat açıldıkça çıplak kızların ve kanatlı meleklerin oldukları yerde yavaş yavaş dödükleri ve bu esnada sahnenin arkasından bir güneş zuhur ederek altından sular akmaya başladığı ve çağlayan şeklinde sahnenin önüne kadar şarıldaya şarıldaya köpükler içinde geldiği görülür ve böylece temsile nihayet verilirdi.

Bu kuklalar İstanbul'da bir temaşa hadisesi olmuştu. Herkes bunun nasıl oynatıldığını merak ediyor ve piyano gibi makineleri olduğunu zannediyordu.

Holden esrarının anlaşılmaması için hiç kimseyi sahneye sokmuyor ve oyundan sonra tekmil bebekleri kaldırıp sandıklarına koyduğu gibi içeride de daimi bir bekçi bekletiyordu.

Holden'den bir müddet sonra Mızıka-ı Humayun denilen ve şimdi Dolmabahçe üstündeki teknik üniversite binasında bulunan bir müessese vardı ki bir konservatuar halinde olan bu müessesenin vazifesi padişaha orkestra, bando, tiyatro, orta oyunu, karagöz gibi eğlenceleri tertiplemek ve saray ziyafetlerinde muzıka çalmaktı. Burada çalışanlar aynı zamanda asker telakki edilir ve Harbiye Nezaretine bağlı olup, Mızıka-ı Humayun reisi namıyla bir de askeri paşanın idaresi altında bulunurdu. Çoğu zabit rütbesinde bulunan bu sanatkarlar orkestra, bando, tiyatro vesaire şubelere ayrılmış olup herkes kendi ihtisası dahilinde çalışırdı. Hatta bunların terbiyesiyle meşgul olmak üzere ecnebi memleketlerden büyük mütehassıslar da getirilmişti. Meşhur musikişinas Donizetti de vaktiyle burada muallimlik etmiş ve kendisine Paşa ünvanı verilmişti.

Bu heyete dahil olan Halim Bey ismindeki bir muzıkalı, saray tiyatrosunda huzur-u humayunda komik Naşid ile beraber temsiller verirdi. Halim Bey'in kışlada bir odası vardı. O, bu odada bir kukla sahnesi kurarak yaptığı bebekleri uzun müddet prova etmiş ve Holden gibi oynatmaya muvaffak olmuştur. halim Bey bir gece Yıldız'daki saray tiyatrosunda sahnesini kurarak Abdulhamt'in huzurunda bu kuklaları oynattı.

Numaraları arasında Holden de olduğu gibi bir iskelet oyunu vardı. Sahneye bir iskelet çıkıyor, dans ediyor ve kemikleri dağılarak yine toplanıyordu. Bu esnada mühim bir hadise oldu. Bunu seyreden küçük sultanlardan biri bayıldı. Bunun üzerine telaş eden Abdulhamit tiyatroyu paydos ettirdi ve bir daha Halim Beyi sarayına çağırmadı.

Artık kukla oyunu afaroz edilmişti. Böyle bir inkisar-i hayale uğrayan ve ümit ettiği mükafat ve terakkiye mazhar olamayan Halim Bey de odasına çekilerek kendi kendine çalışmaya başladı. Nihayet mızıka-ı humayundan istifa edip bu kuklalarla dışarıda halka temaşalar göstermek hevesine düştü. İşte Türkiyede ilk defa bu tarz ipli kukla da bu suretle zuhur etti.

kaynak:http://www.karagoz.net/turklerde_kukla.htm